Ekolojik Şiddet ve Feminizm

"Yaşam, hiçbir insanın tasarrufunda değildir."
Prof. Dr. Nazife Kalaycı

Ekolojik feminizmin ya da ekofeminizmin gelişmesi 1960’lı yıllardan itibaren, feminist kadın hareketleriyle çevre savunuculuğu hareketlerinin teori ve pratikte ortak noktalarda buluşmalarıyla başlamıştır. Tarihsel süreçte bu iki hareketi bir araya getiren ve geliştiren temel unsur, hem kadınların hem de çevrenin eril sistem tarafından sömürülmesi ve hem kadınların hem de çevrenin var olma mücadelesi vermiş olmasıdır. Yaşam garantimiz olan doğal kaynakların tahrip edildiğinin fark edilmesine önemli katkıları olan ekofeminizm, küresel iklim değişikliğine karşı sürdürülen mücadelede de önemli rol oynamaktadır.

“Ben” ve “ben olmayan”

Erkek egemen kültürün doğa ve kadınlar üzerindeki kontrol mekanizması benzer zihinsel süreçlerle desteklenir: Dünyayı anlama daima “ben” ve “ben olmayan”ın ayırdı ile başlar. Yani insan ancak kendi “olmayanı” bilebilirse, kendini ve dünya üzerinde yapabileceklerini bilebilir. Hayatta kalmanın pamuk ipliğine bağlı olduğu ilk çağlarda “ben”in daima “ben olmayan”a yani “öteki”ne karşı tetikte olması gerekli olmuştur. Dolayısıyla “diğerinin de bizim gibi bir insan olabileceğini yok sayma” tutumu ile birlikte kullanılan “ötekileştirme” sözcüğünü bu çağlara kadar takip edebiliriz. “Ötekileştirme” cinsiyetler arasında da yansımasını bulmuştur. Doğum süreçlerinde kendini ve bebeğini koruma konusunda dezavantajlı hâle gelen, hamile kalmakla ilgili bir tasarrufu olmayan “kadın” ile “fiziksel” güç sahibi “erkek” kavramları karşıtlıklarla beslenmiş ve sonuçta kadın tanımı “öteki”, “güçsüz” “zayıf”, “köle” gibi sıfatlara karşılık getirilmiştir. Giderek bu sıfatların alanı daha da genişletilerek “kadın”, erkeğin “rasyonelliğine” karşı “duygusallıkla” hareket eden, davranışları “öngörülemeyen”, “öteki” olarak da tanımlanmıştır.

Eril dünyanın çıkarları

Aynı şekilde erkek-kadın kategorisi paralelinde, efendi-köle, akıl-doğa, akıl-duygu gibi ikili kategoriler türetilmiş ve birinin diğeri karşısında daha önemli olduğu anlayışı, daima eril dünyanın çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. Bu tür önem ve önemsizlik kategorileri, efendiye ya da erkek egemene yarar sağlarken, kadının ve doğanın bir araç olarak görülmesine yol açmıştır: Bu anlayışa göre kadın aile hayatının bekası için doğa da efendilerin (toplumların) teknolojik gelişmesi ve ekonomik refahı için bir araçtır. Bu açıdan bakacak olursak kadının doğa ile özdeşleştirilmesi doğurganlığı, bakım veren olması, bedeninin bir doğa esinlemesine eşdeğer estetik ifadesi değil, doğa ile benzer bir sömürü sistemine tabi olmasıdır.

Geometrik seyirlikler, vahşi korular

Özellikle 17. yüzyıldaki fizik, kimya, matematik alanlarındaki ilerlemelerle birlikte eril dünyanın doğa üzerindeki kontrolü ve sömürüsü de artmış, insan“oğlu” doğadan ne kadar faydalanılırsa o kadar kârlı olunacağı ve doğanın eninde sonunda kendisini yenileyeceğine dair bir görüş hakim olmaya başlamıştır. Eril dünyanın doğa karşısındaki bu hakimiyeti, sadece doğal kaynaklardan enerji elde edilmesi gibi endüstriyel konularla sınırlı kalmamıştır. Bu gelişmelerin yaşandığı Avrupa’da park, bahçe gibi seyirlik alanlarda dahi insan“oğlu”nun aklının bir yansımasını görme iddiasına kadar varmış, insan“oğlu” tarafından sınırlanmayan, denetlenmeyen tek bir çalı, çiçeklik kalmayıncaya kadar düzenlemeler yapılmıştır. Oluşturulan bu geometrik seyirlikler yanında vahşiliğini koruyan korulara, çalılıklara zapt edilmesi gereken aykırılıklar olarak bakılmıştır.

Tarım ve su politikaları

Benzer anlayışın Türkiye’deki tezahürü ise ülkemizde yaşanan modernleşme taklididir. Kontrolsüz bir sanayileşme hevesiyle eğitimden taviz verilmiş, köy, kasaba hanelerinin çoğunun türlü nedenlerle şehre göç etmesinin yolu açılmış, kontrolsüz bir kentleşme, betonlaşma kabul görmüştür. Birleşmiş Milletlet Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) verilerine göre dünya üzerinde, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin çoğunda tarım üretiminin yarısından fazlası kadın emeği tarafından karşılanmaktadır. Fakat tarım ve su politikaları, şirketlerin çıkarlarını savunan, sadece piyasa şartlarını gözeten, toplumsal refahı göz ardı eden neoliberal kapitalist piyasa sistemiyle yönetilmektedir. Tarımsal atıl hâle gelen bölgelerde yaşayan kadınlar, aileleri ile birlikte göç etmek zorunda kalmakta ve kendilerini bir anda ucuz iş gücü olarak çalışırken ve ailenin tek ya da en önemli gelir kaynağı olarak bulmaktadır. Ev ekonomisini döndürmeleri yanında, kadınlardan iş çıkışlarında ev işleri yapmak için, eşlerinin, erkek kardeşlerinin tam aksine, doğrudan evlerine gitmeleri beklenmektedir. Köy kasaba yaşantılarında, kapının önüne sandalye atarak gece gündüz sosyalleşebilen kadınlar gece kapı önüne çıkma, mahalle kültürü dayanışması gibi faktörlerden uzaklaştıklarını fark edemeden, kamusal alanın dışında bırakılmışlardır. Kadınların psikolojik ve fiziksel şiddete uğrama riski de artmaktadır. Büyük şehir yaşantısında kadınlar, alışkın oldukları sosyal destek ağlarından mahrum ve desteksiz kalmaktadır. Hidroelektrik Santralleri (HES) yapılan bölgelerde, müstakil evlerinde yaşayan köylülere bir gün, bir hafta gibi sürelerde dere kenarındaki evlerini bırakıp 50 metrekarelik beton konutlara taşınmaları gerektiği söylenmekte ve bu değişimler ev içi emeği daima daha fazla olan kadınların yaşantılarını öncelikli olarak etkilemektedir. Halbuki insan, yaşaması için tüm biyolojik ihtiyaçları karşılansa dahi varlığını sürdürmek için psikolojik ve sosyal kaynaklara ihtiyaç duyan bir canlıdır.

Solastalgia - Teselli ağrısı

Son yıllarda Avustralyalı ruh sağlığı çalışanları tarafından genel olarak doğal yaşamda, özellikle de bireylerin yaşadığı bölgelerdeki çevresel tahribata bağlı olarak ortaya çıkan ruh sağlığı sorunlarını tanımlamak için bir teşhis dahi önerilmiştir. Böylece Solastalgia tanımı, ruh sağlığı bozukluklarından biri olarak kabul görmeye başlamıştır. Solastalgia, Latince sōlācium (teselli) teriminden ve Yunanca -alji (ağrı) sözcüklerinden üretilmiştir. Çevresel değişikliklerin, özellikle de çevresel yıkımların neden olduğu bir fiziksel veya varoluşsal stres biçimini tanımlayan bir kavramdır. Solastalgia rahatsızlığı, yıkıcı madencilik yöntemleri, kuraklıklar, türlerin neslinin tükenmesi, iklim değişikliği gibi konular bağlamında ortaya çıkabiliyor. Sonuçta doğa ve kadına uygulanan benzer sömürü ve tahrip sistemine karşı feminist kadın hareketleri ve çevre hareketleri ortak paydada buluşmuşlardır. İki hareketin de ortak paydası, neoliberal ekonomik sistemde, doğal kaynakların tükenebilir olduğunun ve tükenmese bile doğal yaşamın zarar görmesinin, insanoğluna ve insankızına hastalıklar, kıtlık ve doğal afetler olarak geri dönecek olan bir bumerang olacağının düşünülmediği endişesidir. Birleşmiş Milletler’in raporları, savaşlar, ekonomik ve toplumsal krizler ve doğal afetler sırasında ve sonrasında ve bu tür nedenlerle yaşanan göçlerden en çok zarar görenlerin kadınlar ve çocuklar olduğunu belirtmektedir. Doğaya, bitkilere ve hayvanlara zarar verme eğiliminde olanların, insana karşı da benzer saldırgan bir tutum sergilediği bilinen bir gerçektir. Bu nedenle hem toplumsal cinsiyet eşitliği konusunun hem de çevre konularının aynı ve tek bir konu olarak, toplumun ekonomik ve politik gündemine birlikte dahil edilmesi gereklidir. Çünkü hem toplumsal cinsiyet eşitliği hem de çevresel sorunlar bir halk sağlığı meselesidir.

  1. Hande Aydın, klinik psikolog. Lisans derecesini 2002 yılında Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden aldıktan sonra, 2008 yılında Carinmillar Psikoterapi Ensititüsü’nün bursu ile Melbourne’de travma alanındaki teziyle yüksek lisans derecesini almıştır. 2017’de HES’lerin doğa tahribatını konu alan Kuru Su kitabı bir ekolojik roman olarak Ayizi Yayınevi (Ankara), 2019’da Amor Fati adlı romanı Everest Yayınları (İstanbul) tarafından basılmıştır. On beş yıldan fazla bir süredir klinik psikolog olarak meslekî hayatına Ankara’da sürdüren Aydın, Türk Psikologlar Derneği Travma Birimi bünyesinde toplumsal travmalara yönelik gönüllü çalışmalar yapmaktadır. Hande Aydın, Ekoloji Kollektifi Derneği üyesidir.
  2. Ekoloji kelimesi oikos (ev, yaşam alanı) ve logos (bilgi) kelimelerinin birleşiminden oluşur.